Şimdi 2025’in soğuk bir gününde soralım:
Kıbrıs için hâlâ bir çözüm mümkün mü?
Bu soruyu yanıtlamadan önce, hafızamızı biraz tazelemek gerekiyor. Çünkü Kıbrıs Türkleri'nin yaşadığı acılar, sıkıntılar ve ambargolar hatırlanmadan bu meseleye “gerçekçi” bir yaklaşım getirmek imkânsız.
''1963: “Kanlı Noel”in Karaladığı Bir Gece ''
Kıbrıs Türkleri için mesele, sadece bir diplomatik tartışma değil. Bu, onların hayatta kalma mücadelesi. 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, Rumlar ve Türkler arasında bir ortaklık devleti olarak tasarlandı. Ama bu ortaklık sadece üç yıl sürdü. 1963’te başlayan ve tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen olaylar, Kıbrıslı Türklerin hafızasına kazındı. O dönemde Rum çeteler, Türk köylerini basıyor, evleri yakıyor, insanları öldürüyordu. Masum kadınlar, çocuklar ve yaşlılar bu saldırıların kurbanı oldu. Adanın dört bir yanında Türkler, köylerinden sürülerek gettolara kapatıldı.
Bu olayların ardından Kıbrıs Türkleri, sıkışmış şekilde hayatta kalmaya çalıştı. Eğitimden sağlığa, ticaretten tarıma kadar her alanda ağır ambargolarla karşı karşıya kaldılar. Dış dünya ile bağlantıları kesilmişti. İşte bu dönemde Kıbrıs Türk halkı, sadece varlığını sürdürmek için bile olağanüstü bir direniş gösterdi.
Ambargoların Sessiz Çığlığı...
Bugünlerde çok sık unutuluyor ama Kıbrıs Türkleri, uluslararası toplumun sessizliğine ve Rum tarafının ambargolarına karşı yıllarca mücadele verdi. Dünyanın hiçbir yerinden uçak inip kalkamıyor, ticaret yapılamıyor, Kıbrıslı Türklerin sesi duyulmuyordu. Üniversiteye giden gençlerin yolları kapanıyor, ekonominin çarkları dönmüyordu. Yıllarca uluslararası izolasyon altında yaşamak, bir halkı daha ne kadar yalnız bırakabilirdi?
Bütün bunlar olurken Rum tarafı, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında uluslararası alanda Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak tanındı. Türk tarafı ise bir yandan ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşurken bir yandan da siyasi eşitlik için mücadele etti. Ama dünya, kulağını bu haklı taleplere kapatmayı seçti.
2000'li yılların başlarında CTP Lideri Mehmet Ali Talat ve AKEL Lideri Dimitris Hristofyas, muhalefetteyken "biz bu işi çözeriz" diyerek halklarına umut satmış, Annan Planı’nı adeta kurtuluş reçetesi olarak göstermişlerdi. Ama ne oldu? Plan referandumdan Türklerin evetine rağmen Rumlar'ın hayır demesiyle geçemedi, Rumlar "hayır" demelerine rağmen ödül gibi AB üyeliğiyle ödüllendirildi. Kıbrıs Türkleri ise “sizi dünyayla kucaklaştıracağız, ambargolar kalkacak” vaatleriyle avutuldu... Federasyon hayalleri yerle yeksan oldu, "iki eşit egemen devlet" fikri yeniden can buldu. Hristofyas ve Talat, çözüm kahramanları olmak isterken tarihin ironi köşesine sıkışıp kaldılar.
Mehmet Ali Talat’ın, “Top şu an Rumlarda ve bunun üzerinde oturuyorlar. Atatürk Meydanı'nda kendimi mi asayım? Kıbrıs Rumları için yapabileceğim başka bir şey kalmadı” sözleri, Kıbrıs meselesindeki tıkanmışlığı ve Rum tarafının çözümsüzlüğe olan katkısını açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum, yıllardır süregelen müzakere süreçlerinin sonuçsuz kalmasının temel nedeninin, Rum tarafının eşitlik temelinde bir çözümü reddetmesi olduğunu göstermektedir. Artık iki eşit egemen devlet modelinden başka bir yol olmadığı açıkça görülmektedir. Kıbrıs Türk halkının haklarını güvence altına alacak, adadaki dengeyi sağlayacak ve sürdürülebilir bir çözümü mümkün kılacak tek yöntem, her iki toplumun egemenliğini tanıyan adil bir anlaşmadır.
2017’de Crans-Montana’da ne olduysa, aslında Kıbrıs meselesinin özeti o. Türk tarafı, siyasi eşitlik temelinde bir çözüm istedi. Rum tarafı ise hâlâ aynı zihniyetteydi: “Biz yönetiriz, siz uyarsınız.” Oysa Kıbrıs Türkleri, 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eşit kurucu ortaklarından biriydi. Ama Rumlar için bu eşitlik, sadece bir anayasada yazılı boş bir kelimeden ibaretti.
Crans-Montana’da federasyon hayalleri bir kez daha gerçeklerin duvarına çarptı. Rumların kafasındaki federasyon, Türklerin azınlık olarak kabul edildiği bir sistemdi. Türk tarafı ise, bunu kabul etmeyeceğini açıkça ortaya koydu.
Crans-Montana görüşmelerinin çöküş nedenlerinden bir diğeri de , Rum lider Anastasiadis'in "SIFIR ASKER,SIFIR GARANTİ" dayatmasıydı. Bu yaklaşım, Kıbrıs Türk halkının geçmişte yaşadığı acıları ve güvenlik endişelerini tamamen göz ardı ediyordu. 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs Türklerine yönelik saldırılar ve yaşanan trajediler, uluslararası güvencelerin yetersizliğini açıkça ortaya koymuştu. Bu acı tecrübeler, Kıbrıs Türk halkının güvenliğini sadece sözlü taahhütlere emanet edemeyeceği gerçeğini pekiştirmiştir. Dolayısıyla, Kıbrıs Türkleri, geçmişin izlerini unutmadan ve benzer olayların tekrarlanmasına izin vermeden, geleceğini tehlikeye atacak her türlü modeli kararlılıkla reddetmektedir. Türk askerinin adadaki varlığı ve Türkiye'nin garantörlüğü, bu halkın özgürlük ve güvenlik mücadelesinin vazgeçilmez bir parçasıdır.
Çünkü bu hikâye, 1963’ten beri aynıydı.
Şimdi, 2025’teyiz. Dünya çok değişti ama Kıbrıs’ın stratejik önemi azalmadı. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları, deniz yetki alanları ve jeopolitik dengeler, Kıbrıs’ı uluslararası güç mücadelesinin tam merkezine oturttu. ABD, Rusya, AB ve hatta Çin, bu küçük adada kendi çıkarlarını koruma derdinde.
Peki, Türkiye için Kıbrıs ne ifade ediyor? Bu sorunun cevabı net: Kıbrıs, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki haklarının ve varlığının sigortasıdır. Mavi Vatan doktrini çerçevesinde Türkiye, Kıbrıs’taki varlığını hem tarihi hem de stratejik bir zorunluluk olarak görüyor. Çünkü Kıbrıs, yalnızca KKTC’nin güvenliği değil, aynı zamanda Türkiye’nin denizlerdeki haklarını savunması açısından bir kırmızı çizgi.
Federasyon Masalı Bitti, Gerçeklerle Yüzleşme Zamanı
Gerçekçi olalım. Federasyon çözümü, Rum tarafının zihniyetine çarptığı anda paramparça oluyor. Çünkü Rumlar, Türkleri eşit ortak olarak kabul etmek istemiyor. O halde neden bu masallarla zaman kaybediyoruz? İki egemen devlet çözümü, artık sadece bir seçenek değil; bir zorunluluktur. Kıbrıslı Türkler, tarih boyunca hakları için savaştı, bedel ödedi, ama asla pes etmedi. Bugün bu mücadeleyi egemenlik temelinde bir sonuca ulaştırmak, onların en doğal hakkıdır.
Kıbrıs küçük bir ada olabilir. Ama Kıbrıslı Türklerin yaşadığı acılar, çektiği ambargolar ve verdiği mücadele, dünya tarihinin en büyük direniş hikâyelerinden biridir. Bu hikâyeyi göz ardı etmek, sadece onların değil, bölgedeki barışın geleceğini de hiçe saymaktır. Türkiye için Kıbrıs, yalnızca bir diplomatik mesele değil, bir beka meselesidir. Çünkü unutmayalım: Kıbrıs, sadece Akdeniz’in değil, Türkiye’nin de geleceğidir.